Masal masal maliki, evde saydım on iki…
Masal anlatarak başlayacağım söze çünkü benim işim bu; masallar üstünden gerçeklere ya da gerçekler üstünden masallara, hikâyelere ulaşmak. Biraz uzun ama daha sağaltıcı ve evet daha eğlenceli bir yol. Gerçekten gelmenin ya da gerçeğe varmanın yükünü hafifletiyor.
Nerede kalmıştık? Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler kaşınırmış Toprak Ana üstünde. Pireler kaşına dursun, Toprak Ana kucaklayıverirmiş, yedisinden yetmişine, büyüğünden küçüğüne, uzunundan kısasına, renksizinden rengârengine tüm canlıları göğsünde.
Günlerden bir gün, Toprak Ana göğsündeki canlıları seyrederken sevimli bir maymuna laf atası tutmuş, “Nasılsın güzel maymun?” demiş. Maymun, Toprak Ana’nın sorusuna büyük bir gülümseme ile cevap vermiş ve ne kadar iyi olduğunu anlatmaya başlamış: “Çok iyiyim. Kendimi iyi hissetmek için öyle çok nedenim var ki, mesela harika bir koşucuyum, inanılmaz bir tırmanışçıyım, çok oyuncu bir hayvanım. Ayrıca biliyorsun, pek de zekiyim. Şu koca ayı gibi olsaydım herhalde çok mutsuz olurdum ama neyse ki değilim.”
Maymunun kendine sataştığını duyan ayı durur mu, hemen paylayıvermiş onu “Hadi oradan sen de,” demiş. “Ben bir kere güçlü kuvvetli bir hayvanım. Üstelik hem ağaca tırmanıp hem yüzebilirim. Bir o kadar da becerikliyim. İyi ki şu hantal fil gibi değilim…”
E tabii ayıyı duyan fil de karışmış söze, o da kendi meziyetlerini sayıp, balina gibi olmadığı için ne kadar şanslı olduğunu söylemiş. Hayvanları sabırla dinleyen Toprak Ana sonunda dayanamamış, “Ne güzel, hepiniz çok mutlusunuz. Birbirinizden üstün olduğunuzu düşünüp seviniyorsunuz. Tıpkı insanlar gibi iki heybe takmışsınız boynunuza, birini arkaya atmışsınız, birini önde taşıyorsunuz. Öndeki, gördüğünüz ve gösterdiğiniz heybede sadece yapabildikleriniz, becerileriniz var, arkaya sakladığınız heybede ise yapamadıklarınız ya da kötü özellikleriniz. Hâlbuki tüm becerilerinizle, iyiliğinizle, kötülüğünüzle hepiniz bir bütünün içindesiniz, benim kalbimdesiniz.”*
Toprak Ana’nın bahsettiği önde asılı bulunan heybe, insanı diğer canlılardan ayırdı. Alet kullanan (Homo Habilis), iş yapan (Homo Ergaster) dikilen (Homo Erectus), yerleşen, akıl yürüten, düşünen (Homo sapiens) insandan tanrı insana (Homo Deus) ulaştık sonunda ve kendi çağımızı yarattık: Antroposen Çağı!
Sanayi Devrimi’ne kadar doğadan, Dünya’dan etkilenen insan, biriktirdiği becerileri (alet yapıp kulanabilme, akıl yürütüp çıkarımda bulunabilme ve kesinlikle hikâye anlatabilme becerisi) sayesinde bir sıçrama yaşadı ve artık doğayı, Dünya’yı etkilemeye, kontrolü altına almaya başladı. Sanayi Devrimi ile imlenen bu sürecin (Antroposen Çağı’nın) temelinde, biraz daha en direkt bir bakış açısıyla değerlendirip, Tarım Devrimi’ni de arayabiliriz belki… İnsanın ihtiyaç duyduğu besini toprağa ürettirebilmeyi başardığı dönemi…
Toprak ile alma-verme üstünden bir ilişki kuran ve onunla daha çok vakit geçirmeye başlayan insan, Toprak Ana masalındaki önde sallanan heybeye bir şey daha ekledi: toprağı işleyebilme becerisini. Bu beceri ile bir taraftan gıdanın sürekliliğini sağlarken bir taraftan da toprağın içindeki/üstündeki kullanışlı çeşitliliği fark etti. Taştan yaptığı aletlerin yanına topraktan ve toprağın içinden çıkan madenlerden yaptıklarını ekledi. Peki bunlar yetti mi? Tabii ki yetmedi ve Antroposen Çağı’nı hazırlayan bir başka sürece girildi. Coğrafi Keşifler.
İnsanın toprakla kurduğu ilişki neticesinde daha da artan keşfetmek, bilmek ve sahip olmak arzuları harekete döküldü. Topraktan aldığı ağacı, demiri işleyip gemiler yaptı ve yola koyuldu. Yeni topraklar, yeni baharatlar, yeni madenler, yeni besinler bulmak en büyük motivasyonuydu. Neticesinde buldu da. Bu “yeni”lerin hepsi “daha”lara dönüştü. Daha fazla baharat, daha fazla altın, daha fazla ağaç ve daha fazla tarım arazisi elde ettikçe bunları işleyip tüketim nesnesi hâline getirebilecek teknolojinin peşine düştü. Ve işte geldik herkesin felaketin başlangıç noktası olarak kabul ettiği Sanayi Devrimi’ne! İnsanın “tanrı”lığını ilân etmesine, Antroposen Çağı’nın başlangıcına.
Ürettiği masallarda, mitlerde tanrı kavramını icat eden insan, biriktirdiği becerilerle kavramı doldurmaya, yarattığı mitlerdeki felaket/yok oluş/yıkımı (katastrofobi) bu çağda yaşamaya başladı. Mitlere göre, hem insanların yoldan çıktığı, tanrıya baş kaldırdığı hem de tanrının yeryüzüne indiği bir dönemdeyiz aslında. Peki şimdi ne olacak?
Klasik mit/masal kurgusunda insanlar dersini alır ve sonsuza kadar mutlu yaşarlardı. O zaman haydi dönelim Toprak Ana masalına. Masaldaki Toprak Ana’nın bütünlük vurgusunu özümseyip tanrıcılık oyunumuzdan vazgeçersek hâlâ “sonsuza dek mutlu” yaşama şansımız var. Ama köprüden önceki son çıkışta olduğumuzu görüp hızlıca harekete geçmek zorundayız. Masalı bitirdik, dönelim gerçeklere…
İklim krizinin “uzaktan geçen gemi” durumundan “davetsiz misafir” hâline geldiği günümüzde, bilim insanlarının ön gördüğü altıncı büyük yokoluşu yaşamamak için yapmamız gerekenler açıkça ortada. İlk maddede enerji verimliliği var. İkinci maddede ise yenilenebilir enerjiye dönmek, fosil yakıt üretmemek/kullanmamak… Bir sonraki maddede ise ormansızlaşmayı önlemek, ağaç kesmemek ve yeni ormanlar oluşturmak var. Yani ilk üç maddenin ikisi toprağın altına ve üstüne dokunmamakla ilgili. Devamında ise tüketim alışkanlıklarımızı değiştirmemiz gerektiğini açıkça gösteren maddeler sıralanıyor. Ben bu yazıda toprağa odaklanmak istiyorum çünkü toprağın altındakileri çıkartmak, tüketim alışkanlıklarımız başta olmak üzere diğer maddeleri de etkiliyor.
Artık herkesin konuştuğu bu etkilere kısaca değinebiliriz belki. Toprağın altından çıkan fosil yakıtlar hem çıkartılırken hem de tüketim bandına girdiği andan itibaren atmosfere bıraktığımız karbondioksidi arttırıyor. Toprağı eşeleyerek çıkarttığımız bu fazladan karbondioksidi emmesi gereken yine toprağın beslediği ormanlar ve ormanlarla büyük bir bağ içinde olan okyanuslar. Okyanuslar ayrı başlık, ben topraktan ilerleyeceğim. Oluşturduğumuz bu fazladan salımı emmesini beklediğimiz ormanlar, yediğimiz/giydiğimiz hayvanları besleyecek yeni tarım alanları açmak ve kereste üretmek için yakılıyor ya da kesiliyor. Yakılması ayrı bir dert çünkü zaten fazla olan karbondioksit salımına yenileri ekleniyor, havadaki karbondioksit arttıkça sıcaklık yükseliyor ve doğal yangınları da tetikliyor. Ormansızlaşma sonucunda yaşanan biyoçeşitlilik kaybı ise hem insan sağlığını hem de gezegenin yaşam döngüsünü tehlikeye atıyor. Toprağın yanlış işlenmesi (yanlış tarım uygulamaları) sebebiyle ortaya çıkan karbondioksit ise bonus! Yani?
Toprak üstüne kurduğumuz hakimiyetin bizi bir yokoluşa sürüklediğinin farkında olduğumuza göre artık onunla olan ilişkimizi düzeltmemiz gerektiği açık.. Buna mecburuz. Toprağın hiçbir işlem uygulamadığımızda bile ne kadar değerli olduğunu görmek zorundayız; kendi doğal düzeni içinde yetişen ormanlar, hayatta kalmamız için gereken oksijeni üretirken bir yandan da yarattıkları biyoçeşitlilik ile gıda ve sağlık güvenliğimizi sağlıyorlar. Evet farkındayım, artık tanrı olan insan yeryüzündeki herhangi bir şeyi kendi hâline bırakamaz, keşfetti, gördü, biliyor. Ama en azından bütünün bir parçası olup, bu şekilde yaşamayı öğrenebilir.
Yine bir soru; peki bunu nasıl öğreneceğiz, nasıl toprakla olan ilişkimizi düzelteceğiz? Anlaşılan o ki, insan sevmediği şeyle bağ kuramıyor. Özellikle ülkemizde üretilen politikalara baktığımızda bu sevgisizliğin sonuçlarını bariz şekilde görebiliyoruz. Politika yapıcılarımız toprağı ya çamur olarak görüp, biz sevgili vatandaşlarını bu “pislikten” kurtarmak için her bir karışı betonla kaplamaya ya da bir kaynak olarak görüp altındaki madeni, üstündeki ağacı paraya çevirmeye çalışıyorlar. Çocuklarla çalışırken sevginin doğru bağ kurmadaki gücünü fazlasıyla gözlemliyorum; önce sevmek gerekiyor.
O zaman biraz da sevgiden bahsedelim. Toprakla olan sevgi bağının yeniden kurulabilmesi için onun mucizelerine tanık olmalı; yeşerttiği tohumu, o tohumdan çıkan ağacın beslediği böceği, ev olduğu sincabı, misafir ettiği kuşu görmeliyiz. Toprağın yarattığı bu mucizenin tekrar tekrar yaşanması, hikâyesinin söylenip, türküsünün yakılması dilden dile dolandırılması, sevgi bağının yeniden kurulması için olmazsa olmazlardan birkaçı. Bu noktada iş, biz hikâye anlatıcılarına düşüyor. Ama mesele burada bitmiyor; bu sevgiyi paylaşan insanlarla bir arada olmak, birlikte hareket etmek, yaymak için çabalamak ve sevgimizin arkasında durup toprağı savunmak. Bunu yapan insanlar olduğunu görüyor, duyuyoruz ama yaşamalıyız. Çevre örgütlerinin içinde, özellikle genç arkadaşlarımızın arasında olmalıyız.
Kurdukları sevgi bağıyla bütünleşen gencecik arkadaşlarımız müthiş bir uyanış başlattılar, Toprak Ana’nın meselinden çıkarttıkları dersle harekete geçtiler. Biz küçük tanrıcıklar, ya onlarla hareket edip büyük yok oluşu durduracağız ya da gözümüzü göklere dikip kendi yazdığımız yazgıdan bizi kurtaracak başka bir tanrıyı bekleyeceğiz. O zaman, onlar ererken muradına biz de katılalım aralarına, kerevet de kalsın masallardaki peri kızlarına…
* Metinde kullanılan masal kaynakçada adı geçen eserden alınmış olup uyarlanarak kullanılmıştır.
Yararlanılan Kaynaklar:
- Samuel Hanry Hooke, Ortadoğu Mitolojisi, İmga Kitabevi, 1995
- Murat Uraz, Türk Mitolojisi, Hüsnütabiat Matbaası, 1967
- Tarık Demirkan (Derleyen ve Çeviren), Her Güne Bir Masal, YKY, 2017
- Evrimagaci.orgh